12 Ağustos 2010 Perşembe

kırıka

şimdi müziğin o acayip duygusunu anlatan,paylaştıran bir albüm tanıtmak istiyorum burada;

albümün ismi "kaba saz" , albüm sahibi kırıka. bu bir ege albümü. aslında egeden ziyade, türkiyenin derinlerinde pek farkedilmeyen şairi mustafa kamil gök anısına yapılmış bir muhteşem hatıra. şarkı sözlerinin hemen hemen hepsi onun şiirleri, geri kalanı da zaten muhteşem adam salih nazım peker tarafından yapılmış veya düzenlenmiş şarkılar. salih abim istanbul blues kumpanyası ile yıllar önce çok farklı bir müzik tadı ile damaklarda kalmıştı, ardından bir ara sonrası bu sefer kırıka projesi ile sevenlerine selam çaktı ve kaba saz ile aslında özünde yapmak istediklerine yeni bir şey kattı. albüm bekardım yer yatakta geçirdim geceği ve kıskanılan örümceğin hikayesiyle başlamakta, ve tam bir ege ritmi eşliğinde aslında hikayenin böyle eğlenceli olacağına dair bir ışık sunuyor. devamında albümün ismiyle üzerine simler serpiştirilmiş kaba saz gelmekte. albümün hareketli ama salih nazım abinin elinden çıkan cümbüş melodisiyle aslında acayip de rakı mezesi şarkılarından biri. devamında dert gemisi ile bir iki tek daha sonrasında bir de nargilem yapıyorsunuz ve bana göre albümün en acayibi ispirtocu saim gelmekte;

yıllarca dumanı sımsıcak tatlı
samsun cigaraydı dudaklarımda
malbora bulunca samsun'u attım
izmaritim şimdi kaldırımlarda

diye başlayan sözlerle adamı hafiften alaycı bir şekilde gülümseten bu şarkı ;

her zaman allahtan şunu diledim
son nefeste bir gülüş bahşetsin bana
hayatta ilk defa ölürken gülmüş
ispirtocu saim desinler bana

diyerek bir kahramanlık hikayesi ile sonlanmakta. kamil abinin yazdığı bu şiir kırıkanın zaten hem anlatmak,hem de yapmak istediği müziğin tam 12sinde yer almakta ve siz de ilk atışta zaten bu şarkıyı bularak 12den vuruyorsunuz.

devamında tamburi cemil beyin rast zeybek düzenlemesi,bir sır var gülüşünde,dört mevsimli gözler,acılı hayat,yıllar geçti dedikten sonra bir sonbaharda izmir özlemi anlatımı ve son olarak sonbaharda izmir özlemi dedikten sonra rüyamdaki şehir ile albümün sonuna geliniyor. bu arada bir kaç kadeh kokusu, biraz samsun 216 küllükte tüterken albümün içinde gizli saklı bir müzik duyulmaya başlıyor. 12.şarkı aslında 3.54 uzunluğunda ama yaklaşık 5.45 lerde bir alaturka başlıyor başa dönüp örümcek deseniz değil, 13 deseniz değil derken kafayı mı buldum sorusunu tam canlandıracakken bir amaaaaan sesi geliyor cd den kulağınıza hemen taze bir kadeh, bir cigara daha ardından bir ege albümünde gizlilerde saklılarda kalmış rum ağıtı duyulmaya başlıyor sanki. 1920lerde izmirde rum meyhanesinden çıkan melodi bu sanki deyip rakıyı dudağa götürürken giren keman solo zaten isteseniz de istemeseniz kafayı bulmaya,rakıyı fondiplemeye yetiyor. sonra o acayip sazlar eşliğinde şarkı bitiyor, ispirtocu saim gibi vurulmuş bi çare kalıyorsunuz. golü yemiş olmanın verdiği şaşkınlıkla şarkıyı aramaya devam, daha bir büyük yeşil efe bir paket samsun ve sabaha çok var... amaaaaannnnnn..........

bireylikler

"karşılaştığım hiç kimseye benzemez yapılmışım,hatta dünyada hiç kimseye benzemediğimi söylemeye cüret edeceğim.diğerlerinden daha iyi olmayabilirim,ama en azından ben farklıyım."

j.j. Rousseau

bireylik insanın yegane özgürlüğü ve kendi devriminin başlangıç noktasıdır.zamanın ruhunun kuşatması altındayken bireyliğe yaptığımız vurgu aslında doğrudan insanın özgürlüğüne yöneliktir. insan steve lukes'ın dediği gibi "müdahelelerden engellemelerden uzak olduğu zaman özgürdür ve bu özgürlük onun keyfince düşünüp eylemde bulunmak üzere yalnız bırakıldığı kadardır" . birlikteyken de yalnız kalabiliriz,düş kurup yaşayabiliriz.yalnız değilsek,yalnız kalma imkanımız kalmadıysa , yalnızlık tarih karşısında yenildiyse bıkmadan,usanmadan yeniden deniyebiliriz.bireylikler birlikte ya da tek başına kendini yalnızlaştırma ya da yalnız bırakma eylemidir.

uygarlık ve onun kurumları başta devlet olmak üzere insanın eğilimlerinin denetlenmesine ,tutkuların boyun eğdirilmesine,arzuların gemlenmesine dayalıdır.birey ise doğası gereği kurumların düşmanıdır.bü yüzden birey olan normallik karşısında anormalliği temsil ettiğinden kötüdür.kendi,bedeni ve zihni üzerinde söz sahibi olan bireydir.bireylik "kişiliğin ve tüm insani çeşitliliğin her türlü kalın çizgiden kurtarılmasıdır."bireyin kendini gerçekleştirme düşünce ve eylemi zamanın ruhu karşısında insanın özgürlük ve eşitlik talebini dile getirip yaşayabileceği yeane biçim ya da biçimsizliği düşlemesi ve yaşamasının yoludur.bireylikler otoritenin ve iktidarın belirlenmiş çerçevesinden kurtulmanın arzusudur.

halim şafak

günlerin gölgeleri

"çok şey söyledim.
çok şey dinledim.
söylenmemiş çok şey kaldı.
onlari yazmaya niyetlendim.
...
cesur bir yüreğin dünyaya eş bir genişlik olduğuydu söylemek istediğim.
mesafelerin tek bir cümleyle özetlenebileceğiydi.
uzaklıklarin yüreği olan tek bir adımla katedilebileceğiydi.
dünyadaki en büyük yüzölçümünün cesur bir yüreğe küçük gelebileceğiydi.
dünyadaki en yüksek doruklarin cesur bir yüreğe yetmeyeceğiydi...
...
cesur bir yüreğin karanlığın kilitlerini açan tek ışık olduğuydu söylemek istediğim..
cesur bir yüreğin yerçekimine karşı kanatlanan bir çift kanat olduğuydu..
duyguların bütün prangalarini, düşüncelerin bütün ayakbağlarini tek başına çözebileceğiydi..
...
cesur bir yüreğin, gözpınarlarından dökülen billur bir damlacık olduğuydu söylemek istediğim.
acıların gerçeklerden türediği ve gerçeklerin acısız olmadığıydı.
hüzünlerin çevrelemediği doğrularin eksik kaldığıydı.
kederlerle şekillenmeyen tanımların tamamlanmadığıydı.
gözüpek yüreklerin, ne içimizi burkan acılardan, ne gözlerimizi dolduran hüzünlerden, ne nefesimizi daraltan kederlerden korkmadığıydı.

cesur bir yüreğin sarsıntılardan kaçmadıgıydı.

cesur bir yüreğin kazanılmaz tek savaş olduğuydu söylemek istediğim.

bazen kelimelerin yetersiz kaldıgıydı.

bazen cümlelerin anlamları tasiyamadığıydı..."

gökhan özcan

yolgeçen hanı

"bu yazı sadece bir akşam mercan dede - yol geçen hanı dinlerken hayal edilerek yazılmıştır... "

2007 yılı kasım ayı falandı sanırım ankara da mercan dede albüm tanıtım konseri var idi ve ben de orada şans eseri bulunmuş idim.. sahneye çıkan arkın abi ilk olarak bu parçayı söylemiş ve ben de bu parçayı orada dinlemiştim.. sadece haykırmaya dair bişeyleri tetikleyen bir parça değil,insanın kalbini ciddi anlamda han kapısı gibi 24 saat açıp , gönlünü beyhude çabaların en ortasından alınıp, en uhrevi adımlara doğru yaklaşan musikiye ve etkiye sahipti....

"yüreğimiz han kapısı gibi yirmidört saat açık,
gönlümüz cennet bahçeleri kadar geniş
acılarla yar busesidir diye sevişiriz
ve yalnızlık sanatının ustasıyız, çok şükür"

diye bir deyişle başlıyor bu eser ve insanı acıların derinlerinden alıp,hayatın o vurucu adımlarında gönlünü sadece iyiliğe,güzelliğe açmış bir uhrevi modele dönüştürmesine yetiyor sanki.. derviş filmini canlandırsam gözümde , sadece gel gel diyen ve aşk ile huzur ile elemsiz veya elemi görmeyen,duymayan,hissetmeyen bir ruh ile dünyada dönen bir adamı canlandırmakta her türlü adımı atmasında ayak,destek,itici güç gibi duran bir soyutsal güç gibi.

fakat o dönemecin ters tarafı da görüldü daha sonra;aslında kalbinde doğan o garip boşluklar belki adım atmada ki cesaretsizlikler, belki sadece maneviyattan bişeyler beklemeler belki de en önemlisi en güçsüz kaldığın,çaresizlik bataklığında adım adım dibe batarken insana hangi müziğin,hangi dörtlüğün en büyük kararsızlığa daha doğrusu karar verme aldanışlığına soktuğunun en büyük ispatı idi bu musiki... ben güçsüzdüm,kararsızdım,aşık olmaktan korkuyor, gönlü mü sadece amaçsızca herkese açıyor idim. belki bir şemsin gölgesinde olmaktan veya tekrar o müsik-i ney altında bir sevdanın ortasına düşmekten korkuyor idim.. zaten ney sesini duyduğumda aklıma ya korku ya da ruhunu beynini boşaltmış sadece duyan,koklayan ama görmek istemeyen bir ruh hali geliyor aklıma. işin giriş kısmına girmeye sanırım buradan başlıyabiliyorum artık....

musikinin o saf etkisiyle insanın halden,hale geçmesi , sözlerinin ortasında kendisini bulması,göz pınarlarına kadar tetikleyen bir soyut gücü olması, nasıl adlandırılmış bu güne kadar kendi adıma tam bir karşılık göremedim... insan aşık olur ama altından hüznü tetikleyen bir müzik çıkar,,insan korkar onun adrenalini yükselten anlık bir gürültü çıkar,insan kaçmak ister onu herşeyden kopmasına sebep olan sessiz ama beyninin ortasından yankılanan bir musiki olur...
işte bu adam bu şarkının ilk kıtasında bana aşık ol dedi....şimdi bunu daha rahat anladım....

yüreğimiz han kapısı gibi açık derken aç yüreğini sonuna kadar ve kabul et artık duyguyu, sevmeyi, sevebilmeyi, sevilebilmeyi dedi.. acılarla yer busesi gibi sevişiriz derken, kabul et dedi geçmişi,olumsuz atılan , seni korkutan,seni uzaklaştıran her adımı,yalnızlık sanatının ustasıyız çok şükür derken aslında yalnız kalmayı beceremeyen ,yalnız kalmaktaktan korkan sensin dedi,,, bırak herşeyi sadece yalnızlık adı altında korkularında, cesaretsizliğinden kurtul dedi.

lokmadır hırkadır eyvallah ile sevindiğimiz
yormadık aklımızı samanlık, arpalık için
bilen bilir hangi bağlardır nasıl didindiğimiz
ruhumuza gıda hüzünler toplamak için

ardından bu dörtlükte bişeyler anlattı bana arkın abi...
anlattığı şey çok basitti; hayat en ufak şeyler ile mutlu olabileceğin, vazgeçmeyeceğin, tutunabileceğin yüzlerce adımı barındıran,sevip okşayabileceğin,durup hüzünlenebileceğin,bakıp gözlerinden mutluluk gözyaşları dökebileceğin, çıplak ruhunla saatlerce musik-i ney altında haktan alıp halka verecek şekilde dönebileceğin noktalardan ibarettir.. sen bu noktalar bütünlüğünde sadece bir noktasın ve bu bütünlükte mutlaka yanında bir nokta ile yaşayacaksın!!!!! sen hayatsın, gerçeksin, hüznün de yalnızlığın da gerçek ama en gerçek olan sensin, geride kalan acıların, duyguların,hatıraların.. sen bugünsün, yarına doğru kısık gözle değil sonuna kadar en güçlü halinle bakansın... sen aşksın, değişmeyen hayal, tek vücut, arzuların bütünüsün.. sen mutluluksun, hayal ettiğinle sevişen, onun yanından ayrılmayansın.

sen her gün yeni bir adımsın.. vazgeçmediğin hayallerin her gün yeni bir umutla koşan, kıblenden vazgeçmeyen ,onu her gün arzulayan,korkmayan,peşinden koşan gerçeksin..

harmandalı

yıllar önce kayseri semalarında ufak bir işyerim vardı. Sabahın henüz karga ve bok ilişkisini kurabileceğiniz bir zamanında dükkanımı açmış ve içeride temizlik yapıyordum.
Temizliğimi bitirip çayımı da söyledikten sonra bir cigara tellendirme zamanı geldiğinde müzik cd lerimi karıştırıp sabah keyfi yapmak aklıma gelmişti.
Laço Tayfa'nın gözüm gibi baktığım bergama gaydası albümü aklıma takılıp bir el attım ve müzik setine koydum. Şimdi de elimde bu albüm hala o mis kokusunu koruyor zaten.
Hemen albümde 5 numaralı şarkıyı açıp dedim ki kendi kendime "tellendir ibo" .5 numaralı şarkı o zamanlar daha denizlerin sekilerinde dolaşmayan bir virtüözün hayatında belki de en acayip soloları ile tarihe kazıdığı "harmandalı" idi.
Hüsnü abim klarneti ile o girişi yaptıktan kısa bir süre sonra , kapıda bir amca belirdi , içeriye baktı ve girebilir miyim dedi. Amcayı dükkana aldım bir tabure verdim ve o da benim gibi bir cigara yaktı.
Hiç konuşmadık sadece Hüsnü'nün klarnet soloları eşliğinde başka dünyalara daldık. Şarkı bitti , bir daha açarmısın oğlum dedi. Ben de tekrardan Hüsnü'ye kulak verdim ama şarkı boyunca yine hiç konuşmadık. Şarkı bitti.
Amcamın gözleri dolmuş sadece bana bu klarneti çalan kim dedi. Amcaya albümü gösterdim , biraz Hüsnü'den biraz klarnetten , biraz Mustafa Kandıralı'ndan konuştuk. Rakımız yoktu elbette o saatte ortamda ama maşaallah çayımızda kafa yaptı Hüsnü sayesinde.
Manisalı emekli öğretmen Tahir amcam duygulandı o gün konuştukça. Hikaye çıkarma peşinde olmayan bana , ölen oğlundan ve klarnet sevgisinden bahsetti. Tekrar harmandalı dedik ve bu sefer beraber ağladık. Çaylarımızı tazeledik , tekrar cigaralarımızı tellendirdik ve tekrar dinledik.Hüsnü'nün bize yaşattığı perişanlık ile birbirimizin sadece yaşaran gözlerine baktık. Şimdi bu olayı bana hatırlatan ne oldu bilmiyorum ama Tahir amcam ile beni o gün birbiri ile kaynaştıran harmandalını cdleri karıştırırken tekrar dinledim. Tahir amcam aklıma geldi ve elbette acaba ne yapıyor diye içimden geçirdim. Hüsnü'yü öğrettikten sonra , Hüsnü'nün bu durumlarına o da üzülüyor mudur diye makaraya vurdum biraz. Klarnet çalıyor mudur acaba dedim kendi kendime ? Klarnet dinlerken hiç beni hatırlıyor mudur acaba ? Sonuç mu , okudunuz işte.

Bu şarkı ile ilgili video vermek elbette kolay ama ben albüm kaydını her şartta tercih ederim. Hüsnü abim sonraları deniz alemlerinden nefesini kaybettiği için bu kadar içli icra edememeye başladı bu güzide eseri. Buradan da albüm kaydını dinleyin ve Tahir amcamı hatırlayın işte;

http://fizy.com/#s/1airl3

bab-ı azizden semanameye bir yol öyküsü

bir cumartesi gecesi ne yapacağımı,ne edeceğimi düşünürken tunuslu üstad nacef khemir'in yol hikayesi Bab'aziz tvnet te karşıma çıktı , yaklaşık 3 yıll öncesinde resmen bu filmi bulmak için kıçım çatlamıştı ve bulupta izlediğimde yaşadığım o nefret orta anadolu şehrinden bir an önce kaçabilmek için daha yoğun bir ders temposuna girmiştim , bilmiyorum neden ama bu filmin bana böyle kaçışa dair bir etkisi var sanırım bunu anladım. ama bu sefer farklı bir metod deneyerek filme başladım, en başında o kuyu dibinde adam dönerken bir taraftan da mercan dede'nin inanılmaz derviş trance şarkısı semanameyi koyup ortada dönmeye başladım. ben psikopat değilim,aksine manyak hiç değilim ama sanırım kendimi yenileme yollarına ihtiyacım var. şu elitistlerin hani feng shui,yoga,reiki gibi enerjik dünyadan aldıkları güçleri ifade eden cinsten bir konsantrasyona. bunu da en kaba tabiri ile kaçmak kelimesi ile özleştirdim.

Kaçmak insan hayatında yapılan her anda her hilede adı baş sütunlara yazılan en deneyimsel eylem belki de. Bu eylem bırakıp gitmenin verdiği hüzünden arkada bırakılan paylaşımdan ziyade acaba yeni bir heyecan mı sorusunu kendine sordurarak zaten sizi tahrik eder , peşinden koştururu , ahtapot gibi sarar içine çekere ve yine ahtapot paul gibi falınıza bakıp kimin kazanacağınızı görüverir.

Aslında şöyle düşünüyorum da leventte temiz bir havada sabah sandviç satıp öğleden sonra bir 70’lik rakı siparişi 17 numara desem fena olmazdı ajanım ile beraber konuştuğumuz üzere veya sabah kahvaltısında aldığım boyoz ve gevrek ile Karşıyaka sahilinde kahvaltı yapıp ardından dükkanımı açmak da fena olmazdı hani. İşte ne düşündüyseniz işinize gücünüze dair fazla derine inmeden,tartışmadan,yıpratmadan ya yapacaksın veya sonrasında kaçışın kaçınılmaz olacak bu kesin ve tecrübe ile sabit çözüm.

Bir film sahnesinden yola çıkarak haktan alıp halka verme formatında bir yola koyulmak elbette insan ruhunun dahi inanacağı bir kararlılığı ifade etmiyor. Fakat her ne olursa olsun beden adım attığı her adımda ruhuyla bütün olmanın dayanılmaz hazzını,hissiyatını yaşamaktan geri kalmak istemiyor. Adım attığım bu kaçış dünyasında belki de ihtiyacım olan tek şey duyabileceğim bir yapabilirsin gazı. Neden olmasın diye sorgulamaktan bıkmanın verdiği bir sonuç belki bilemem ama neden yapmayayım ki , neden olmasın bir hayal. Neden en derinde bir hayalin verdiği bir kuvvet beni adım atmanın en doğal sonucuna ulaştırmasın. Sanırım hayatta yapmak istediklerimin hep toplamı inandığım bir kıblede yaşanmış hayal kırıklıklarını,acı çekmeleri,aşkın verdiği ızdırapsal hissiyatı ortaya çıkarıyor. Bu kaçış sorgulaması insanı öyle bir noktaya götürüyor ki sanırım en sonunda ben kimim , ne boka yarıyorum , kime ne faydam dokunmuşa kadar gidecek onun korkusunu da yaşamıyor değilim elbette. Her şeyi geçtim ben sanırım artık daha fazla kendim olmaya karar vermişim de bunu söylerken bir önsöze ihtiyaç duyuyorum. Aslında bu kadar anlatmaya da gerek yok , kazım abının dediği gibi ben sadece ben olmak istiyorum. Etrafımda adını zikrettiğim her sevdiğim ne yapmaya çalışıyorsun diye sorarlarsa eğer sanırım tek cevabım ; ben sadece ben olmak istiyorum olacak fazlasına ne çare zaten , yeter bu kadar.

sevdiğim şarkılar gibi

ilk defa rastlarsın tesadüfen radyoda ya da bir arkadaşın walkmaninde dinlersin (nostalji değil mi, mp3 player değil walkman işte!)
"kimin şarkısı bu?" dersin.
"aaa burada ne diyor?" merak edersin.
"nakaratı tekrar etse!" dersin.
"bu ara melodi kalbime saplanıyor diye düşünürsün.

sonra peşine düşersin.
ararsın, sorarsın, bulursun.
nihayet senin olunca ilk defa.
doya doya yeniden dinlersin aşık olduğun sözleri.
pili bitmesin walkmanin diye tasarruf edersin, o şarkıyı ellerinle geri sararsın.
bir daha dinlersin...
ve bir daha...
ve bir daha, bir daha....
sonra artık tekrar dinlemeye gerek bile kalmaz sürekli zihninde çalar durur,
hayatının fon müziği gibi.
bazen kendi kendine yüksek sesle tekrar edersin.
ezberlersin farketmeden.
kağıtlara yazarken bulursun kendini.
sonra bir gün olur,
bir sabah olur,
o şarkıyla uyanmazsın güne.
giyinip yola koyulduktan çok sonra aklına gelir üstelik bu durum.
hayatının fon müziği artık yoktur ya da parazitler karışır duyamazsın, duyamamayı çok umursamazsın.
yavaş yavaş her an aynı melodinin çalmasından aslında ne kadar sıkıldığını farkedersin.
yeni melodilere yelken açarsın.
yeni sesleri merak edersin.
yeni sözler ezberlemek istersin.
hayatına devam edersin...

ve sonra (tesadüf bu ya) bir gün radyoda eski bir şarkı çalar...

bu yazıyı hatırlatan şarkıya saygım sonsuz; http://fizy.com/#s/1aioh5

belediye otobüsünün düşündürdükleri

Bizim belediye otobüslerimiz seyyar müze gibidir. Kahverengi, yılların tozlarıyla solmuş koltuklarında, genelde liseli öğrencilerin elinden çıkan yazılar, çizimler ya da öfkeli anlarını resmettikleri anlaşılan; uzmanların hiçbir ekole bağlanamayacağı hususunda fikir birliğine vardığı pitoresk yarıklar vardır. Dilini bilenlere çok şey anlatacak bu koltuklarda ne hayaller sükuta uğramış, ne taze aşklar filizlenmiş, ne çeşit muziplikler sergilenmiş, ne görkemli toplum eleştirileri yapılmış, ne fanteziler gerçekleştirilmiş, ne kavgalar gerçekleşmiş, ne beddualar okunmuş, ne küfürler edilmiş, ne hikayeler anlatılmış, ne tuzaklar kurulmuş, ne hayatlar son bulmuş, ne hatıralar canlanmış, ne sözler yarım bırakılmış, ne komiklikler yapılmış, ne oyunlar sahnelenmiş, ne frikikler verilmiş, ne fortçuluklar yapılmış, ne günahlar işlenmiş, ne tövbeler bozulmuş, ne küslükler sona ermiş, ne fikirler savunulmuş, ne oturumlar yapılmış, ne seçim kampanyaları düzenlenmiş, ne konserler verilmiş, ne kitaplar okunmuş, ne şarkılar söylenmiş, ne şiirler yazılmış, ne sözler verilmiş, ne ihanetler yaşanmış, ne sakarlıklar yapılmış, ne dehalar çürüyüp gitmişti kim bilir?

Hiçbir zaman değerleri bilinmemiş, kendilerine kulak verilmemiştir. Oysa yürümeyi unuttuğumuzdan beri ahbabız onlarla. Gündelik hayatın en çabuk unutulan sır kâtipleridir belediye otobüsleri ve bize söyleyeceği çok şeyleri vardır.

kusmaca

"ne bildiğimi soruyorum ben kendime "aşk" hakkında. bunun neye benzediğini, ve -eğer bu bir duygudan ibaretse-ne zaman hissedildiğini, öncesi ve sonrasındaki değişiklikleri, aklınıza gelebilecek her türlü genişletme ve açılım sorusunu soruyorum kendime. neden bilmem ama sadece soruyorum. cevapları vermek için zaman ayırdığımı, ya da üzerinde oturup kafa yorduğumu hatırlamıyorum. gerçi hatırlıyorum, ama hep hatırlamazdan gelip, üzerinden geçip gidiyorum cevapların, umursamadan, anımsamadan.

daha önce anlatılmış olan kişisel duyguların tekrarlanması mıdır aşk acaba farklı ve halef selef olmaktan öteye geçemeyecek bedenlerde? birilerinin sürekli olarak bahsetmesinden dolayı zihnimize kazınmış olan ve zorunluymuş gibi, sanki olmazsa olmazmış gibi zorla hayatımıza soktuğumuz bir sözleşme mi acaba? eğer ki birileri anlatmışsa, ve kendilerine ait deneyimlerden ibaretse aşk, bizde neden ve nasıl o deneyimler tekrar bulsun, yeniden ortaya çıksın? bir başkasının duygularını mı yaşyoruz bu durumda? ya da bir başkasının bildiği ve ifade ettiği ruh hallerini gerektiği kadar olmasa bile elimizden geldiği kadar kopyalayıp trendlere mi uyuyoruz cinsel kaygıların arkasında kaldığımızı su yüzüne çıkarmadan? bir başkasının duygularını yaşamaksa eğer mevcut hali, ilk yaşayan ve ilk anlatan mıdır acaba en saf halini yaşayan, kopyasız, benzersiz ve öncesiz halde? ya da bir başkasının kurguladığı bir ağ çerçevesinde çeşitli algoritmaları devam ettirerek, geçmişte ifade edilen ruh hallerini kopyalıyor isek "aşk" adı altında, bunun "bize" ait tarafı nedir? bizden olan parçası var mıdır?
bilemiyorum...

aslında oturup sorular ve sorgularla zaman harcamak bile tam anlamıyla gereksizlikte açığa doğru kürek çekmek. neden bir ifade karşılığı olmak zorunda olsun ki? ya da neden bir duyguyu ya da en azından duygu olduğu varsayılan ruh halini tanımlamak bu kadar önemli olsun? önemli olması için epeyce sebep var elbette. ama tüm bu sebepler global ve ticari yapıya sahip, sadece maddedeki karşılıkları itibarı ile saygı gören, kaygı sahibi yapan sebepler. varolan o muhteşem döngünün çarkları arasında engelleyici bir parça kalmamasını sağlamayı kendine ilke edinmiş insan veya herhangi başka şeylerin ortaya koyduğu sebepler, sonuçlar.

bir et parçası olarak hayal ettim geçmişte aşkı. hisleri olmayan, innervasyona sahip olmayan bir et parçası gibiydi ve gelip bir gün bir şekilde yapışıyordu kaba etinize. üzerine oturamıyordunuz ki kaybolsun, çekip alamıyordunuz ki yok olsun. o hep orda kalıyor, kaş göz çizseniz bile çirkinliğini değiştiremiyordunuz. kaybolmaması yüzünden maddi ve manevi ağırlığıyla birlikte yaşamaya mecbur oluyordunuz. ısırmasa da invaze oluyordu dokularınıza. dişleri yoktu ama acıtıyordu ve işin garibi kaba etinize hickey ya da saat yapmasa da, çekip ordan alırsanız bir gün, ömür boyu kalacak bir yara ile yaşamaya başlıyordunuz. sonra sonra değişmeye başladı fikirlerim. tamam, bir et parçasıydı hala, ama kaba etinize tutunmuyor, akciğerlerinizden içeri süzülüyordu. sigara gibi, uyuşturucu gibi doluyor içinize, yukarda bas bas bağıran kafatası içi dokularınızı devre dışı bırakabilmek adına türlü işle gerçekleştiriyor ve sonunda galip oluyordu. nefes almalarınız bile değişiyordu hakimiyetinin sonrasında.

sonra sonra bundan da vazgeçtim aslında. neden bir et parçası olsun ki? neden omuzlara binen yük değil, ya da ayaklarımızı zemine bağlayan zincir-pranga değil, ya da en basitinden avuçlarımıza saplanan ve sevgili motifine uydurmaya çalıştığımız insanın ayakta kolları açık haldeki çarmıhvari bedenine kendimizi çivieleyebilmemizi sağlayan bir şey değildi? neden olmasındı? sonra sonra anladım ki münferit hadiselerin aşka yaklaşımı, bir fok balığının ülke başkanı olmaya bakışından çok farklı değilmiş. çünkü tanımıyormuş münferitler de aşkı, senin benim gibi yani. sadece okuduklarıyla kalmış, geçmişte başka bir ad bulunamayan her şeyi aşk diye adlandıran düzinelerce dallamanın oyununa gelmiş o da. her şey aşk olmuş biz de yutmuşuz kırmızı hap misali. ama ortalıkta hala bir tünel yok, diğer yanda bekleyen alice de yok.

ekranlara bakmaya başladık artık, üzerinde telefon markası ya da digitall technology yazan ekranlara. ruhlarımızı olduğu gibi yansıtmasını ama bir tek bize göstermesini beklediğimiz soğuk plastikten ekranlara bakıp kalıyoruz. trenler geçirip bedenimizden, hayatımız boyunca bir tek ray görmediğimizi anlatıyoruz. kumlara uzanıp serin suların ayağımızı öpmesinden bahsedip, denizden korktuğumuzu belirtiyoruz sonrasında. hep çelişkilerin insanıyız hepimiz, çelişki ve tutarsızlığın insanı. tıpkı aşk romanlarındaki aptal gibi, hep özentiden, hep kopyacılıktan.

hele hele insan çalmalarımız yok mu? insan apartmalarımız... apayrı bir alem bu hadise. bembeyaz kağıtlar gibiler hepsi, alıyoruz bir tanesini ve yerleştiriyoruz fotokopi makinesine. üstteki hazneye ise avuçlarımızda kalan son ekmek kırıntısı gibi sakladığımız ve muhtemelen hakikaten aşk için yegane hedefimiz ya da erek noktamız olan kişinin görüntüsünü yerleştiriyor ve kopyalama tuşuna basıyoruz. fotokopi makinesinin yetersiz kaldığı yerde kalemimizle rötuşlar gerçekleştiriyor, mabetlerimize asıyoruz bu resimleri. ayakkabı bağlarımıza desen olarak dokuyor, yeri geldiğinde şarkı yapıyor, film yapıyoruz.

ve kendimden o kadar nefret ediyorum ki hala oturup buna dair sorgulamalarda bulunduğum için, anlattığım takdirde sizin de benden nefret etmenizden korkuyorum. ama nedense anlatıyorum, böylesine aptal hale getiriyor bu meret işte insanı-eğer varsa öyle bir şey-. kendimden nefret etmek için bir başka sebep ise, fotokopi makinesini icat edebilmek için yalvarışım tanrıya. bir hayali gerçeğe dönüştürebilmek için yırtınmama, saçmalamama şaşıyor ve kendimden sadece nefret edebiliyorum sanırım.

örnek mi verdim bilmiyorum aslında, dönüp de ettiğim kelamın tümüne bakacak, göz gezdirip yorumlayacak halim kalmadı. gözlerim artık yavaş yavaş hayata kapanmaya başladı. en son karanlığın ne kadar derin olacağını merak ediyorum ben. yaşamak gibi mi acaba? yoksa gerçekten bir karanlık var mı bundan sonra? ahh... canım yanıyor..."